Risk Analizi
Odaklı Vergi İncelemelerinin Verginin Yasallığı Açısından Değerlendirilmesi
Kayıt Dışı Ekonomiyle Mücadele
Eylem Planı çerçevesinde Vergi Denetim Kurulu (VDK) ve Gelir İdaresi Başkanlığı
(GİB) tarafından son dönemlerde beyan dışı bırakılan gelirlerin vergi
incelemesi yoluyla tespitinin yanı sıra, davranışsal yaklaşım politikaları
çerçevesinde mükelleflerin vergiye gönüllü uyumlarını artıracak bir takım
aksiyonların alındığını görmekteyiz.
Bu kapsamda, risk analiz sistemleri
ile yapay zekâ destekli modellemeler kullanılarak potansiyel vergi uyumsuzluklarına yönelik mükelleflere ve
mükellef olmayan vatandaşlara izahat isteme maksatlı yazıların iletilmesi son
dönemde kamuoyunun gündemini teşkil eden konular arasında.
Bu yazımızda, vergi idaresi
tarafından mükelleflere ve mükellef olmayan kişilere bilgi isteme amaçlı
gönderilen bu kapsamdaki yazıların yürürlükteki vergi kanunları karşısındaki
durumunu ele alacağız.
Kamu giderlerini karşılamak üzere
herkesin mali gücüne göre karşılıksız olarak Devlete vermekle yükümlü olduğu
ekonomik değerler şeklinde nitelendirilebilecek vergiler genel olarak; gelir,
servet ve harcama üzerinden alınmaktadır. Konuyu gelir vergileri özeline
indirgeyecek olursak, günümüz kamu maliyesinde gelirin vergilendirme
kapasitesinde dikkate alınacak ve gelir olarak değerlendirilecek iki temel akım
bulunmaktadır.
Bunlardan birincisi, belli bir üretim
faaliyetine katılma sonucu elde edilen ekonomik değerleri gelir sayan kaynak
teorisidir. Bu teoriye göre, elde
edilen gelir, sürekli gelir yaratma özelliğini haiz ise vergilendirme yoluna
gidilmektir. Ayrıca; ücret, faiz, rant ve kar payı gibi gelirler de üretim
faktörlerinden elde edilen gelir olarak kabul edilerek vergilemeye konu
edilmektedir. İkinci teori olan safi
(net) artış teorisinde ise satın alma gücünde belli bir dönemde
ortaya çıkan artış vergilendirilebilir gelirin kapsamını belirlemektedir. Diğer
bir ifadeyle bu teoride, dönem başı ile dönem sonu arasında servette ortaya çıkan
artış miktarı ile kişinin dönem boyu yaptığı tüketim harcamalarının toplamı,
incelenen dönem için gelir toplamını vermektedir.
Ülkemizdeki gelir vergisine
yönelik düzenlemeler dikkate alındığında, genel hatlarıyla kaynak teorisinin
benimsendiği ve bir takvim yılında Kanunda belirtilen kazanç ve iratların safi
tutarının gelir vergisinin konusunu oluşturduğu görülmektedir. Buna göre,
Kanunda sayılan ve kapsamı maddelerde açık ve kesin şekilde çizilmiş gelir
unsurları olan; ticari kazanç, zirai kazanç, serbest meslek kazancı,
gayrimenkul sermaye iradı, menkul sermaye iradı ve diğer kazanç ve iratlar (bu
kazançlara nelerin gireceği de tek tek sayılmıştır) gelir vergisinin konusunu
oluşturmaktadır.
Yukarıda belirtilen durum, Gelir
Vergisi Kanununun yasalaştığı 6/1/1961 tarihinden 22/7/1998 tarihli ve 4369
sayılı Kanuna kadar bu şekilde devam etmiştir. 4369 sayılı Kanun ise gelirin
kavranması ve vergi tabanının genişletilmesi açısından bir milat niteliği
taşımıştır. Bu düzenlemeyle gelirin kavranması açısından kaynak teorisi yerine
net artış teorisi benimsenmiştir. Yasal değişikliğin gerekçesinde, vergi
tabanının genişletilmesi ve yasaların kavramadığı gelirin bırakılmaması
amacıyla yapıldığı belirtilen bu düzenlemeyle “Gelir, bir gerçek kişinin bir
takvim yılı içinde elde ettiği, tasarruf veya harcamasına kaynak teşkil eden
her türlü kazanç ve iratların safı tutarıdır.” şeklinde tanımlanmıştır.
Yedinci gelir unsuru olan diğer kazanç ve iratlar ise “Kaynağı ne olursa
olsun diğer her türlü kazanç ve iratlar” şeklinde genişletilmiştir.
Maddenin gerekçesi de en az madde kadar önemlidir. “... vergiye tabi
olması gerektiği halde, beyan dışı bırakılan kazanç ve iratların, vergiye tabi
olmadığı ileri sürülen gelirlerden kaynaklandığı yolundaki gerekçelerle mükellefler
Vergi Usul Kanunundaki 30/7 nci maddeye göre yapılacak tarhiyatlardan kaçınabilmektedirler.
Kaldı ki, vergiden kaçınma kastı olmasa dahi varlığı tespit edilen gelirin hangi
vergilendirme rejimi çerçevesinde vergilendirileceğinin tespiti mevcut sistem içerisinde
mümkün olmayabilmektedir. Uygulamadaki bu sıkıntılar ülkemizde geniş boyutlara
ulaşan kayıt dışı ekonominin daha da yaygınlaşmasına katkıda bulunmaktadır. Kayıt
dışında faaliyet gösteren potansiyel yükümlüler, bu şekilde elde ettikleri
gelirin tespit edilmesi durumunda dahi etkin bir şekilde vergilenemeyeceği düşüncesinden
hareketle söz konusu faaliyetlerini güven içinde sürdürebilmektedirler...”
Görüleceği üzere bu düzenlemeyle
bir gelirin vergilendirilebilmesi için Kanunda açıkça belirtilmesi gerektiği
anlayışı terk edilmiş, artık bir gelir unsurunun vergilendirilmemesi için
Kanunda açıkça vergiden istisna edildiğine ilişkin hüküm bulunması gerektiği
anlayışına geçilmiştir. Böylelikle ekonomik gelişmelere paralel olarak yeni
gelir unsurlarının ortaya çıkması veya beyan dışı bırakılan ve vergiye tabi
olmadığı iddia edilen gelir unsurları da kendiliğinden verginin konusuna
girmiştir. Ayrıca satın alma gücü yaratan her türlü değer akımın
vergilendirilmesiyle vergiye tabi olup olmama tartışmaları sonlandırılmış ve
vergi idaresi, mükellef ve vergi yargısı ihtilaflarının da büyük ölçüde sonlandırılması
amaçlanmıştır.
Söz konusu düzenlemenin yürürlüğü
1/1/1999 olarak belirtilse de 4/8/1999
tarihli, 4444 sayılı Kanunla uygulama 2002 yılının sonuna kadar ertelenmiş ve
eski düzenlemelerin benzeri kuralların uygulamasına devam edilmiştir. Son
olarak, 7/1/2003 tarihli ve 4783 sayılı Kanunla da bu düzenleme vergi
sistemimizde hiç uygulamadan kaldırılmış ve teoriden ibaret kalmıştır.
Düzenlemeyi ortadan kaldıran maddenin gerekçesi en az maddenin kendisi kadar
ilginçtir. Gerekçede “Türk Vergi Sisteminde köklü reformların 1950 yılında
başladığı, o tarihte belirlenen esasların ana hatlarıyla bugüne kadar korunduğu,
4369 sayılı Kanunla gelir tanımının değiştirildiği, 4775 sayılı Kanunla
Hükümetin bir tercihte bulunduğu, gelirin tanımında "net artış
teorisi" yerine "kaynak teorisi"nin benimsendiği, bu tercihin
kayıt dışılığın artırılması anlamına gelmeyeceği, pek çok gelişmiş ülkede de
gelir tanımının bu teoriye göre düzenlendiği, vergi oto kontrol mekanizmalarının
sadece mevzuatta yer almasının yeterli olmadığı, bu düzenlemelerin uygulama ile
anlam kazanacağı, uygulamanın başarısının da kuralın uygulanabilir olmasına bağlı
olduğu...” ifadelerine yer verilmiştir. Bu arada konuya
ilişkin kısa bir anekdot vermek gerekirse dönemin Cumhurbaşkanı tarafından bu
madde “Gelir Vergisi Yasası'nda eski düzenlemelere, bu kez oto-kontrol ve
güvenlik düzenekleri de olmaksızın geri dönülmesi, esasen eski düzenlemelerin
sonucu olan kayıt dışılığı daha da özendireceğinden, gerçek kişilerin
gelirlerinin büyük bölümü, şimdi olduğu gibi vergilendirilmemiş kazanç olarak
kalacaktır. Bu durumun "kara para" ile savaşımda olumsuz etki
yaratacağı açıktır. Oysa, verginin ödeme gücüne göre alınması, vergi yükünün
adaletli ve dengeli dağıtılması her vergi yasasında bulunması gereken
niteliklerdir.” gerekçesiyle TBMM’ye geri gönderilmiş ancak TBMM’de söz
konusu yasa tasarısı aynı şekilde kabul edilerek yasalaşmıştır.
Dolayısıyla, 193 sayılı Gelir
Vergisi Kanununun ilk defa yürürlüğe girdiği 1961 tarihinden günümüze kadar
vergilendirilebilir gelirin kavranmasında kaynak teorisi ilkesi
benimsenmektedir. Kısa bir süre de olsa yasalarda yer bulan net artış teorisi
pratikte hiçbir zaman uygulama imkanı bulamamıştır. Gelir İdaresinde Daire
Başkanı olarak görev aldığım dönemde de bu konu kamuoyu gündeminde kendine yer
bulsa da somut çalışma aşamasına geçmemiştir.
Son dönemde vergi idaresi
tarafından gerçek kişi mükelleflere ya da mükellef olmayan kişilere gönderilen
izahat isteme yazılarında; şahısların şirket ortaklık bilgilerine yer
verilerek, beyan edilen geliri olmayan
ya da banka hesap hareketleri, kredi kartı harcamaları veya tüketime yönelik
diğer emareler done olarak kullanılmak suretiyle beyan edilen geliriyle
harcaması arasında tutarsızlık bulunan kişilere üstü kapalı şekilde “nereden
buldun?” sorusunun yöneltildiği görülmektedir. İdare söz konusu izahat isteme
yazılarında hukuki gerekçe olarak 1 Sayılı Cumhurbaşkanlığı Teşkilatı Hakkında
Cumhurbaşkanlığı Kararnamesinin 228’inci maddesindeki “her türlü bilgi,
veri ve istatistiği toplamak suretiyle oluşturulacak Risk Analiz Sistemi
üzerinden mükelleflerin faaliyetlerini gruplar ve sektörler itibarıyla analiz
etmek, mukayeseler yapmak ve bu suretle risk alanlarını tespit etmek.”
ibaresine dayandırmaktadır.
Vergi Usul Kanununun (VUK) 148
inci maddesinde “Kamu idare ve müesseseleri, mükellefler veya mükelleflerle
muamelede bulunan diğer gerçek ve tüzelkişiler, Maliye Bakanlığının veya vergi
incelemesi yapmaya yetkili olanların istiyecekleri bilgileri vermeye
mecburdurlar.” hükmü yer almaktadır. Bu bakımdan vergi idaresi mükelleflerden
ya da mükellef olmayan kişilerden bu amaçla ya da başka amaçlarla izahat
isteyebilir. Bu yazılara cevap verilmemesi ya da geç cevap verilmesi VUK
hükümleri çerçevesinde özel usulsüzlük cezasını gerektirir. Ancak yukarıda
hukuki süreçlerini detaylı şekilde belirttiğim üzere, izahatı yeterli
görülmeyen veya harcamanın kaynağını net olarak açıklamayan kişilere, harcamaya
esas bu gelirlerin 7 gelir unsurundan birinden elde edildiği net şekilde
ispatlanıncaya kadar, tarhiyat
yapılamayacağını değerlendiriyorum. Burada önemli bir diğer husus VUK’un 3/B
maddesi gereği ispat külfetinin vergi idaresi uhdesinde bulunmasıdır. Bir diğer
ifadeyle, vergi inceleme elemanının kaynağı izah edilemeyen harcamanın, vergiye
tabi 7 gelir unsurundan birinden elde edilen gelirden kaynaklı olduğunu
ispatlaması gerekmektedir. Dolayısıyla, şirket ortaklık bilgilerine yer
verilerek, bir takvim yılındaki harcamaların dayanağını teşkil eden gelirin ne
olduğuna yönelik istenilen izahat, gerçek kişiler açısından vergi tarhiyatına
tek başına yeterli olmayacaktır. Yukarıda da belirttiğim üzere tarhiyat için bu
gelirin şirketten kar payı yoluyla edinildiğinin, diğer bir deyişle menkul
sermaye iradı olduğunun idare tarafından ispatlanması da gerekmektedir. Bunun
yolu da şahsın ortağı olduğu şirketin de vergi incelemesine alınmasıdır. Şirketin
ilgili dönemlerde matrah artırımı gibi dönemsel vergi aflarından yararlanması
durumunda bu ihtimal de ortadan kalkmakta ve tarhiyatın hukuki dayanakları
bütünüyle boşa çıkmaktadır.
Sonuç olarak, 193 sayılı Gelir
Vergisi Kanununun ilk defa yürürlüğe girdiği 1961 tarihinden günümüze kadar
vergilendirilebilir gelirin kavranmasında kaynak teorisi ilkesi benimsenmektedir.
Kısa bir süre de olsa yasalarda yer bulan net artış teorisi ise pratikte hiçbir
zaman uygulama imkanı bulamamıştır. Kaynak teorisine ilişkin temel esasların
uygulandığı vergi sistemimizde, ekonomik gelişmelere paralel olarak ortaya çıkan
yeni gelir unsurlarının kavranması için yasal düzenleme gerekmekte ayrıca, beyan dışı bırakılan ve vergiye tabi olmadığı
iddia edilen gelir unsurlarının kavranabilmesi ve vergi tarhiyatına konu
edilebilmesi için ise bu gelirlerin mevcut olan 7 gelir unsurundan birine
girdiğinin vergi idaresi tarafından ispatlanması gerekmektedir. Ancak, İdarenin
vergisel yönden her konuyla ilgili mükelleflerden ya da mükellef olmayan
kişilerden bilgi isteme yetkisi bulunmaktadır. Bu minvalde, her ne kadar,
kaynağı belirsiz gelirlerden ya da harcamalardan hareketle tarhiyat yapabilmek
için hukuki gerekçenin bulunması gerekse de kişilerin ortağı olduğu şirketlerin
de izahat sonunda vergi incelemesine alınma ihtimali bulunduğundan, bu konuda
profesyonel bir destek alınmasının daha yerinde olacağını değerlendirmekteyim.
